11 Eylül 2012 Salı

Öfkemle Sorumluluğum

Öfkem:

Daha fakirde oldun, daha zenginde. Daha çok sevildiğinde oldu, daha çok nefret edildiğinde. Daha büyük başarılarında oldu, efsanevi salaklıklarında.

Ne olursa olsun, hayatın kişi başına düşen mutluluğu ve hüznü bellidir. Kimse bir diğerinden daha fazla alamaz.

Zenginler, başarılılar sürekli sırıtır mı sanırsın? Fakirler, bitmişler sürekli ağlar mı sanırsın?

Ne birader bu hırs? Daha mutlu olmayacaksan, neden hep umut ediyorsun? Nasıl anlayamıyorsun, elde edebileceğinin bu kadar olduğunu?

Dur artık, bir dur. Bir bak sahip olduklarına. Sevin ulan bir kere, neleri başardım diye! Koy geçmişine paranın, kariyerin, cep telefonunun. Elmanın tadına bak lan bir kere! Tahtanın desenlerini incele.

Merak et ulan bu hayatı! Milletin ne yaptığına değil, gözüne bak bir kere. Aklını görmeye çalış, hissetiklerini hissetmeye çalış.

Anlat herkese, sürekli anlat. Doğruyu yanlışı boşver, iyiyi kötüyü anlat.

Kurtar ulan bu insanları, kurtar bu dünyayı.

Sorumluluğum:

İyi de, eve kim ekmek götürecek? Ne diyeceğim, doğmamış çocuğumu özel okula yazdıramayınca? Ben varım tüm dediklerine ama ailem haketmiyor mu bütün umutlarını elde etmeyi? Ben insanları kurtarırken, aileme kim bakacak?

Bu bir savaş. Kazanmak zorundayım. Kendim için birşey sağlamayacak kazanacağım zafer. Ama sorumlu olduklarım?

Lanlı lunlu da konuşma ayrıca, evli barklı adamım.

7 Eylül 2012 Cuma

Atamdan Anladığım

Atamdan anladığınız:

Mustafa Kemal kalksa da memleketi kurtarsa, düşmanlarımızı dövse, tekrar bizi hizaya getirip huzur içinde kabrine dönse.

Atamdan benim anladığım:

Düşman, düşmandır. Saldıracaktır, bizi zayıflatmak için elinden geleni yapacaktır. En akıllıca saldırıların mümessili olacak, belden aşağı vuracaktır.

Bu ahval ve şeraitte bizler memleketi savunacak, düşmana geçit vermeyeceğiz. En akıllıca savunmaları yapacak, gerekirse bir karış toprağımız için canımızı vereceğiz. Vatanın salahiyeti sağlanana kadar ya da son damla kanımız toprağa karışana kadar vatanı müdafaadan vazgeçmeyeceğiz.

Peki şu anki durum nedir?

Düşman saldırmaktadır. Elinden geleni yapmakta, en akıllıca saldırılarını gerçekleştirmektedir. Düşman vazifesini yapmaktadır.

Biz, düşmanın neden böyle yaptığını düşünmekteyiz. "Ayıp oluyor, hocam!", "Ağzını kırarım senin!", "Ulan bu sefer bıçak kemiğe dayandı, bak neler yapıcam sana!" demekteyiz.

Sonuç, düşman hala saldırmaktadır. Hala hergün şehit vermekteyiz. Hala düşmanın istediği yönde savaş ilerlemektedir.

Demek ki, savunmamız yeterli değildir.

Bu durumda, Allah saklasın Atam bir kalkarsa; önce akıllı saldırıları sebebiyle saygı duyduğu düşmanı def edecek. Sonra icazete düşen bizim suratımıza tükürecektir.

8 Mart 2012 Perşembe

Doğa Ana ile Röportaj

Ben: İnsanı hayvandan ayıran yegane fark "düşünebilmek"tir. Biz düşünebiliyoruz, bu sebeple hayvanlardan üstünüz. Biz düşünebiliyoruz, bu sebeple saygı görmeliyiz. Biz düşünebiliyoruz, bu sebeple dünyayı biz yönetmeliyiz.

Doğa Ana: Yılanın zehiri, aslanın pençesi, insanın aklı. Ne için kullanırsın evlat, düşünebilmeyi? İlkel benliğinin farkında mısın? "Saldırı, savunma, cinsellik". Başka birşey için düşündüğün oldu mu? İcatların ne için?

Ben: İşimizi kolaylaştırdılar, hastalıklara çare bulduk, teknoloji ürettik. Dünya'nın her yerine gidebiliyoruz be ana. Eskiden gripten ölürmüşüz, grip bile olmuyoruz bir aşıyla.

Doğa Ana: Şimdi ölmüyor musunuz?

Ben: ...

Doğa Ana: Sadece saldırmak, savunmak ve üremek için düşünüyorsun salak çocuk. Daha iyi saldırabilmek için, daha iyi savunabilmek için, daha çok üreyebilmek için bütün haltların. AIDS olan köpek gördün mü hiç? Verem olan gördün mü? Ebola virüsü öldürür mü bir ineği?

Ben: Ama en azından en iyi savunma mekanizması bizimki. Dünyayı biz yönetiyoruz.

Doğa Ana: Dünyayı ben yönetiyorum. Sizin savunma mekanizmanız en aşağılık savunma mekanizmasıdır. Yılanın zehiri kendini öldürür mü, kirpinin dikeni kendine batar mı? Ama siz düşünerek kendinizi öldürebilirsiniz. Düşünemeseydin, kendini öldürebilir miydin? Bilerek, bisikletten düşebilir misin? Ne kadar uğraşsan da, vücudun sana direnir. Ama düşünüp planlayarak, kendi benliğini kandırıp bisikletten düşmeni sağlayabilirsin. Düşünebilmen, hem en güçlü hem de sahibine zarar veren tek savunma mekanizmasıdır. Üzgünüm çocuk, ama bir karıncadan daha şanslı ya da daha özel değilsin. Benimle mücadele ediyorsun aklınca. Bilmelisin ki, nüfus planlamasını ben yaparım. Tek kalemde tüm soyunu ortadan kaldırırım. Bunu yapmama da az kaldı. Çünkü ben dünyada dengeyi sağlamalıyım. Sen dengeyi biraz daha bozarsan, seni yok eder dengeyi tekrar kurarım. Sana düşünmeyi ben öğrettim ama senin iyiliğin için söylüyorum; bu kadar düşünme be çocuk.

Şaban ile Juliet

17 yaşındaki velet Cin Ali gözüne kan davalısı 16 yaşındaki çıtır kızı kestirmiş. Gece yarıları duvarlardan atlayıp çalılara hırkasını kaptırarak, itten köpekten kaçarak, çamurlara batıp çıkarak, tırsa tırsa kan davalılarının malikanelerine sızıp, kızı balkona çağırırmış. Bir busecik alabilmek için ağaçlara tırmanırmış. Efendim, gün gelmiş devran dönmüş, kan davalı çıtıra “Cin Ali öldü.” demişler. Aman yarabbi, çıtırın ilk sevgilisi. Zaten “Hep benim başıma geliyor” depresyonundaydı, bir de aşkcağızı ölmüş çıtırın. Ne yapsa, ne etse boş. Çok kocaman tepki vermesi gerekir ya bu trajediye, aşkını küçümseyenlere “vay be” dedirtsin. Kapmış bir şişe zehir, hop fondip. Nallar sema, yallah dört kollu tahtravanla. Kahpe kader o ya, meğer Cin Ali ölmemiş. Hop diye fırlamış ayağa, bir bakmış çıtır mefta. Öğrenmiş de kendi için öldüğünü, sığar mı delikanlılığa? Hop o da yanına. Aileler bitik tabi, ne diz kalmış, ne baş dövülmedik ama çare yok. Liseli sevgilisi için canına kıyan günümüz gencinin ta kendisi. Ne günah bulabilirsin, ne suçlayacak birini. Babayla anne keşkelerle morartırlar ruhlarından kalan parçaları.
                Başka bir köyde, Mert liseye başlamış. Köyünün mis kokulu yağmurlarıyla yıkanmış, şehrin ayak kokulu okulunun koğuşunda. Arkadaşlar şehirli tabi alışmışlar ayak kokusuna. Kandırıyorlar fakiri, alay ediyorlar. Bak şu kız seni kesiyor, diyorlar inanıyor fukara. Gidiyor kızın yanına, namusuna saygıyla. Kız iki kırıtıyor, bizim Mert’i maymun ediyor. Yok bana su getir, yok canım kola çekti. Yok arkadaşlarını sat benim için. Mert’in kafa hatunun kolda. Buluşalım diyor, ekiyor, suluyor, meydanda ağaç ediyor. Arkadaşlarının derdi oldu mu, Mert atılıyor hemen arkadaşlarının yanında. Ama arkadaşları Mertle sürekli gırgırda. Biz diyorlar, sevdiğimize yaparız bunları ama sadece biz yaparız. Başkası sana gık dese, oyarız alimallah. Köyünden tereyağı getirir, araklarlar. Kopya hazırlarlar, ona vermezler. Ama Mert hayatı sever, yılmaz böyle zibidiler yüzünden. Arkadaşım onlar der, enseye tokadı yemeye devam eder.
Trajedinin, seyirciyi ağlatabilmesi için seyircinin kendisini acı çeken karakterin yerine koyabilmesi lazım gelir. Popüler kültür karar verir, kimin acıklı kimin komik olduğuna. Bu sebepledir ki, kendimizi Romeo’nun yerine koyabiliriz ve sümüklerimizle gözyaşlarımız çenemize kadar yarışır. Bu sebepledir ki, biz Şaban olmayız ve kahkahalar atarız zavallılıklarına.
Popüler kültür çağımızın vebasıdır. En geç öldüren kitle imha silahı olan medyanın mermisidir. Popüler kültür öğretir bize, neyin acıklı neyin komik olduğunu. Hayatımızda neyin değerli, neyin tıraş olduğunu. Bu yüzdendir ki, son model telefona sahip olmak, ekmek bulabilmekten daha çok sevindirir bizleri. Bu sebepledir, fileli çorabımızın altındaki donun yırtık oluşu. Plastik kapaklı kaplarımızın olması, içine koyacak yemeğimiz olmasından daha gurur vericidir bizim için. Bu yüzden, gözümüzün görümeye devam etmesine değil kırışmamasına dua ederiz. Dizide tecavüze uğrayan kız, gerçek hayatta tecavüze uğrayan kızdan daha acıklıdır bizim için. Dizideki tecavüzcüler, gerçek hayattakilerden on kat daha şerefsizdir en azından. Gerçek hayattakiler için, “10 yaşındaki kız da kaş göz etmiş hani...” diyorlar; dizidekilerin köklerinin kurumasına dua ediyorlar.
İnsanın tipi değişti be. Ortalama insan hakkaten maymuna benzeyen, hakkaten maymun kadar aklı olan bir bireydir. Bunda ne üzülecek bir durum vardır, ne kızacak bir hakaret. Ama kime bir insan düşün desen, aklına ya bir manken ya da siyasetçi gelir. Peki arkadaş, onlar normalse biz neyiz? Eskiden hatunun eti olurdu, güçlü olurdu. Şimdi elbise askısını koymuş önüme, “Aha, güzel bu.” diyor. Yakışıklı dediği erkekte bir kırıtmalar, bir göz süzmeler. Yanından koşarak geçsem, rüzgarımdan savrulacak. İzmirliyim hocam ben, yer miyim bunları?
Çok güzel değiliz, çok zeki değiliz. Ama bize güzel, bize zekiyiz. Yeterli bunlar bize, niye yarışıyoruz elin zibidisiyle. Bir hatun diyorki, kirpiklerim çok ince acık dolgunlaştırayım. Küfür mü edeyim, alay mı edeyim bilemiyorum. Kendini iyi hissediyormuş, kirpikleri sazdan tentelere benzeyince. Aslında iyi hissetmesinin sebebi ayrı, o farkında değil. Oyuncu o aslında, sahneye çıkıyor hergün. İşinde, evinde başka karakterleri canlandırıyor. O karakterlerinin de kaşlarının dolgun olmasını istiyor. Canlandırabildiği karakterlerin kendisine biçilen karakterden daha iyi olduğunu düşünüyor. Nasıl bir şımarıklıktır bu, nasıl bir çok bilmişliktir, anlatabiliyor muyum? Çok iyi oyuncuların hayatlarında çok gerçek olmalarının sebebi de, canlandıkları karakterlerin seyirciden aldığı tepkinin, kendi karakterlerinin aldığı tepkiden daha iyi olmadığını bilmeleridir zaten.
Şaban bizdendir, Şaban bizdir. Hepimizle alay ettiler hocam, hepimizin bir sürü salaklığı oldu. Ama telden atlayıp, ağaca tırmandığımız dönemlerde çok azımız kan davalı kıza aşık oldu. Romeo ve Juliet bu yüzden bana komik gelir, kendimi Romeo’nun yerine koyamam. Ama Şaban’a atılan her tokat, suratımda patlar. Şaban gibi, Şaban’ın arkadaşlarını sevsem de üzülürüm yine Şaban gibi. Bilirim zamanında Şaban olduğumu, benzer tokatları yediğimi ve yemeye devam edeceğimi.

Yiğit

İki çocuk. Arkamda oturan iki çocuk. Yiğit olmak isteyen iki çocuk. Askere gideceklerinden bahsediyorlar. Cehennemin dibine gitmek istiyorlar. Düşmanlarını tek tek öldüreceklerini söylüyorlar. Sadece kafalarından vuracaklarını, mermileri bitince çevik bir takla atacaklarını, şarjörlerini sürdükten sonra tekrar savaşacaklarını, söylüyorlar. Sıkıştırıldıkları zaman, haykırarak ortaya atılacaklarını; düşmanın korkmasından faydalanarak hepsini öldüreceklerini söylüyorlar. Mermileri bitince kasaturalarını çekeceklerini, sinsice arkadan yaklaşıp daha düşman “gık” diyemeden boğazlarını keseceklerini söylüyorlar. Kasaturadaki kanı pantolonlarında sileceklerini, kasaturalarının hep ışıldayacağını söylüyorlar. Olur ya, taze kandan kayganlaşmış kasaturaları düşüverirse; çıplak elleriyle düşmanlarını boğazlayacaklarını söylüyorlar.  Kulaklarını kesip repçiler gibi uzun uzun kolyeler yapacaklarını söylüyorlar. Askerden döndüklerinde “üstün hizmet madalyası” na burun kıvıracaklarından bahsediyorlar. Omuzlarda taşınacaklarından, “yiğit” olacaklarından bahsediyorlar.
Bilemezsiniz. Sabah kalktığınızda, rüzgara karşı kurduğunuz panço çadırınızın nereye uçtuğunu; çadırın ağzını rüzgara karşı bırakarak yaptığınız salaklığa kızmayı bilemezsiniz. Soğuktan, soğuğu hissetmemenin parmak uçlarınızı nasıl acıttığını bilemezsiniz. Dal parçasıyla botunuzun her yanındaki sümüğümsü çamuru temizlemenin ne kadar sıradan olacağını bilemezsiniz. Su toplayan yerlerin acımaması için, ayağınıza kaç tane yara bandı yapıştırabileceğinizi; topuğa vatka koymanın 1 saatten sonra işe yaramayacağını bilemezsiniz. Aylar sonra ayaklarınızı ilk kez gördüğünüzde, botun artık rahatsız etmemesinin sebebinin botun yumuşamış olması değil; ayağınızın botun şeklini almış olduğunu öğrenmenin şaşkınlığını bilemezsiniz. Yürümenin ölmekten beter olduğunu, yürüyüşe ara verebilmek için çatışmaya girmek isteyeceğinizi bilemezsiniz. Düşmanı görmeden çatışmanın ne kadar korkuttuğunu, nereden ateş açıldığını tahmin etmenin ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz. Ölümün karşısında sakince oturup arkadaşlarınızla kısık sesli boş muhabbetler edebileceğinizi bilemezsiniz. Başınızın 10 cm üzerinden geçen merminin, çarşaf yırtılırcasına attığı çığlığı duyunca taş kesilmenin gözünüzden ne kadar yaş akıtacağını bilemezsiniz. Yere yatarken dizinizi vurduğunuz taşa, ne kadar emsalsiz küfürler edebileceğinizi bilemezsiniz. Tetiği çektiğinizde çamura bulanmış silahınızın teklememesi için hangi duaları hatırlayacağınızı bilemezsiniz. Vurulan arkadaşınızın yarasına, arkadaşınıza hissettirmeden kaç tane tampon sokuşturabileceğinizi bilemezsiniz. Üzerinize gelen mermiler sıklaştığında boktan bir hayat için bile olsa, sadece yaşamak için nelerden vazgeçebileceğinizi bilemezsiniz. “Ölme” yasağına uymayıp öleceğinizi düşünüp, gözleri yaşlı ailenizi hayal ettiğinizde, çıplak elle kaç kişi öldürebileceğinizi bilemezsiniz. Korkudan bacağınıza sarılan veledi sakinleştirmek için neler diyebileceğinizi bilemezsiniz. Her gün ölümden korkmanın, hiç ölümden korkmamanıza sebep olacağını bilemezsiniz.
Evinize döndüğünüzde, hiç kimseye yaşananları anlatamayacağınızı bilemezsiniz. Herkesin övünmek için başına gelmesini istediği zorlukların, o zorlukları yaşayanların midesini bulandırdığını bilemezsiniz. Yüzünüzden anladıkları hatıraların tadını merak ettikleri için sizi merakla baktıklarında, burnunuzda kan kokusunun tekrar canlanmasını bilemezsiniz. Askere cep telefonunu sokabilmeyi başarmasından “yiğitlik” duyan zibidinin heyecanına yalandan da olsa katılmak zorunda olmanın, ruhunuzu keselediğini bilemezsiniz. Sırtınızı duvara dayamadığınız sürece bir daha rahat edemeyeceğinizi, camın önünde rahatça dolaşanların ne kadar dikkatsizce davrandığına inanacağınızı bilemezsiniz. Her kola kutusu gördüğünüzde yanınıza almak istemenizin, böylece ateşi gözükmeden sigara içebileceğinizi tasarlamanın artık gereksiz olduğuna inanmanızın ne kadar çok zaman alacağını bilemezsiniz.
Yiğit olmak, yiğitlerin tercihi değildir. Yiğit, bilmesine rağmen başkaları için kendi hayatını tekrar yaşanmayacak hale sokandır. Yiğidin omuzda taşınmasının sebebi, ruhunun artık kendisini taşıyamamasıdır. Yiğit “yiğit” olduğu için mutlu olan değil, kayıplarına olan üzüntüsünü derinlere gömüp ciğerlerinden ağlamasını öğrenendir. En mutlu yiğit, acılarından kurtulmuş ölü yiğittir. Bütün bunlara rağmen yine de yiğit olmak isteyen, salağın önde gidenidir.

24 Eylül 2010 Cuma

Gölge

Pembe bir duvarın arkasındaki
Bir gölge oldum daima
Tüm gönüller bana doğru bakardı
Lakin hiçbiri görmezdi, farketmezdi bile
“Ama”nınki gibi manasız ve uzak gözlerle.

Bir gölgeydim hep, renkli birinin tıpkısı
Ama siyah, ama şekilsiz
Belki takip edendim, belki ucube
Görememek korkutucuydu, hislerini bilememek
Oysa ki zayıftım, güçsüzdüm bir bebek gibi.

İki boyutlu sandılar beni hep, bir duvarda ya da kaldırımda bittiğimi düşündüler
Ama gündüz görürlerdi beni sadece
Bilmezlerdi ben asıl geceleri yaşardım,
Halkım karanlıkla birlikte.

Ey renkli, akıllı insanlar
Sanır mısınız ki farklısınız;
O zaman gölgelerinize bakın,
Bakın ve anlayın farkınızın sizin için olduğunu
Ve gölgelerinizde öldüğünü bir kelebek gibi.

Dark

Kahramanım

2 erkek çocuk. Askerlik çağındalar. Kahraman olacaklarından bahsediyorlar. Komando olacaklarını, düşmanlarını bir bir vuracaklarını, tek tek yakalayıp kasaturayla boğazlayacaklarını. Oynadıkları bilgisayar oyunundaki gibi hep alından vuracaklarını, eğilip şarjör değiştirip kalkıp tekrar vuracaklarını, sonra zafer şarkıları söyleceklerini.

Bilemezsiniz. Başınızın 10 cm üzerinden geçen merminin sesini bilemezsiniz. Çarşaf yırtılırcasına attığı çığlığın gözünüzü nasıl yaşarttığını bilemezsiniz. Ayaklarınızın patlayan yerlerindeki yara bantlarının terden gevşeyişini bilemezsiniz. Postalınızın altına yapışmış 15 cm lik çamurun nasıl zor kalktığını bilemezsiniz. Yattığınızda dirseğinizi vurduğunuz taştan ne kadar nefret ettiğinizi bilemezsiniz. Arkadaşınızın sırtındaki mermi yarasına kaç paket tampon sıkıştırıp onu hayatta tutmaya çalıştığınızı bilemezsiniz. Çömez askerin korkup bacağınıza sarılmasını, sizden yardım dilenmesini nasıl savuşturacağınızı bilemezsiniz. Ateş seslerinin çınlattığı kulaklarınızın hiç bir şey duymaz olmasını bilemezsiniz. Çamur bulaşan tetiğinizin tutukluk yapmaması için ne kadar çok dua edebileceğinizi, nelerden vazgeçebileceğinizi bilemezsiniz.

Yalnız bırakacağınız ailenizin, eşinizin, çocuğunuzun verdiği güçle çıplak elle adam öldürebileceğinizi bilemezsiniz.

Kahraman olmak için kimsenin yapamadığı fedakarlıkları yapabilmek gerekir. Arkasına bakan hiç bir kahraman, kahraman olduğu için mutlu değildir.